BENZER İKİ EĞİTİM KURUMU: KÖY ENSTİTÜLERİ-MALİYE OKULLARI
Söz, İsmet İNÖNÜ’de önce:
“Cumhuriyet devrinde maliyemiz, üstünde çok çalışılmış bir konudur. Yüzyılların aksaklıklarının giderilmesi ve zamanın getirdiği esasların yerleştirilmesi, büyük emeklerle olmuştur ve daha çok emeklere ihtiyaç vardır. Maliye Okulu gençlerinin, Maliyemizi ehliyetle işletip ilerleteceklerine inanıyorum.”
“Asıl büyük hamlenin, yani Köy Enstitüleri teşebbüsünün dayandığı inancı, belirtmek isterim. Bu Enstitülerle, ömrünü köy eğitimine bağlamış kültürlü ve yüksek medeni kabiliyetli öncüler yetiştirmek hedefi güdülmüştür.
Bu öğretmenler, köy çocuklarına klasik ilköğretimle birlikte ameli (uygulamalı) olarak hayatta işe yarayacak bir meslek öğretimini de verecekler ve köy çocukları için ideal olarak düşündüğümüz bütün meslek eğitiminin temelini hazırlayacaklardı…”
İKİ EĞİTİM KURUMU:
MALİYE OKULU MEZUNLARI ÖZDERE’DE.
33 yıl geçmiş aradan. Öğrencilerimin çoğunun saçı ya dökülmüş; ya benimki gibi apak olmuş. Çoğunun üniversiteyi bitirmiş, meslek sahibi olmuş çocukları var. Kendilerinin de hemen hemen tümü yükseköğrenimden geçmiş; ‘Türkiye Maliyesi’nde belli orunlara yerleşmişler. Değişik alanlara kayanlar da var içlerinde. Örneğin yargıç, savunman, vali olanları bile var. Ülkenin her yanına dağılmışlar. Bana ilettiklerine göre bu yılki buluşmaya 63 öğrencim eşleriyle, çocuklarıyla birlikte katılmış. Kâbe’yi tavaftan dönen bir hacı gibi karşıladılar beni. Öğretmenliğimin en güzel yanını o gün yaşadım. O gün aldığım haz, geçmişte çektiğim serencamı silip süpürmüştü. Boynuma sarılan eller, birer evlat sıcaklığındaydı. Öğrencilerim, beni eşlerine/çocuklarına tanıtırlarken, onlarla birlikte fotoğraf çektirmemi isterlerken “İşte bu sizin dedeniz” diye tanımlıyorlardı. Sevinçten, onurdan, duygulanıyor, ne söyleyeceğimi şaşırıyordum. Bir zamanlar onlar için kovulmayı göze almama, sürülmeme değermiş bu güzel ortam.
Beş yıldızlı Grand Efe Oteli’nin hıncahınç yemekhanesinde, yabancı uyrukluların da bulundukları bir ortamda öğrencilerim, benimle eşime bir de sürpriz yaptılar.
Yılmaz Güney’le yedi filmde çalışan asistan Ahmet Soner, Köy Enstitüleri’yle ilgili bir belgesel hazırlamış; 21 Köy Enstitüsü’nden birer kişiyi seçip konuşturmuş; Dicle Köy Enstitüsü’nden de beni yeğlemiş bu belgesel için.
Çekimden haberim vardı elbette; ancak belgeseli izlememiştim o güne dek. Organizatör öğrencim Mesut Tuğral, yabancıların da bulunduğu bir ortamda bu filmi izletti bize. Ne yalan söyleyeyim çok duygulandım. Gözlerim doldu; hıçkırmamak için kendimi zor tuttum.
Duygulanmam, yalnız kendimi filmde izlememden kaynaklanmıyordu; öğrencilerimin duyarlılığı, bu ilk söylemimden daha ağır basıyordu. Geçmişte öğrencilerime Enstitülerin öğrenimi ve uygulamaları hakkında, kısa da olsa birkaç söz söylemiştim. Ama günün birinde 33 yıl sonra bu denli bir ilgi ve duyarlılıkla karşılaşacağımı aklımın kenarından bile geçirmemiştim. O an, Grand Efe Oteli’nin sahibi, otelin anahtarını bana teslim edip “Bundan böyle bu otel senindir” deseydi, inanmanızı isterim, öğrencilerimin bu yakınlığı kadar mutlu kılmazdı beni.
Filmin bitiminden sonra bir öğrencim konuştu:
“Hocam, siz de bize benziyormuşsunuz. Sizin de ömrünüz uzun olmamış; tez kapatılmışsınız. Koca bir okulun temsilcisi olarak sizin seçilmenizden bizler de en az sizin kadar mutluluk duyuyoruz. Ama çok az konuşturmuşlar sizi. Bu alanda bizi biraz daha aydınlatır mısınız?”
Dilimin döndüğünce onlara bir şeyler anlattım; ancak bu anlattıklarımın yeterli olmadığına inandığım için eve döner dönmez, bu iki eğitim kurumu hakkındaki düşüncelerimi onlara yazıyla bildireceğimi söyledim. “İletişim yolu” olarak da “Maliye Okulu Mezunları Derneği’nin Web Sitesi”ni seçtim. Umarım sevgili öğrencilerim ve değerli okurlar, bu yazdıklarımı okuyabilme olanağını yakalayabilirler.
Ben bu kısa yazımda Maliye Okulları’nın ve Köy Enstitüleri’nin tarihçesinden uzun uzun söz etmeyeceğim. “Google” denen bir sihirbaz var günümüzde. Geçtiniz mi bilgisayarın önüne; bastınız mı bir iki tuşa; dünya odanızın içinde artık; yeryüzünü/gökyüzünü yansıtan ayna tam da karşınızda. Kısa da olsa, şöyle bir değineceğim:
DÜN DE DÜŞÜNÜYORDUM;
BUGÜN DE DÜŞÜNÜYORUM:
Bu iki kurumumuzun biri, Ulusal Eğitimimizin belkemiğiydi, hemen kırdılar; diğeri de Maliye’mizin ‘çekirdek kadrosu’ydu, tez elden kuruttular.
Köy Enstitüleri’nin belirginleşmesi, 1936’da 3238 sayılı yasayla başlamış ve iki tane ‘Köy Öğretmen Okulu’ ile ‘Eğitmen Kursu’ açılmıştır. Bu sayı 1940’ta 14’e çıkmış ve aynı yıl 17 Nisan’da çıkarılan 3803 sayılı yasayla adları “Köy Enstitüleri” olmuştur. Süreç içinde bu sayı 21’e ulaşmıştır.
“Maliye Okulları’nın temeli 1908’lere dayanır. 1909 tarihinde Beyazıt’ta Fuat Paşa Konağı içinde bulunan Maliye Nezareti arkasında Kupon Dairesi’nde Maliye Memuru yetiştirmek için ilk defa olmak üzere ‘Maliye Mektebi’ açılır…”(Enver Behnan Şapolyo’dan Alıntılar; bakınız Maliye Okulu Mezunları Derneği Web Sitesi).
Yakın zamanda üç büyük kentimizde üç Maliye Meslek Lisesi gördük.
Ankara Maliye Meslek Lisesi, 1924’te açılır; 1997’de kapanır.
İzmir Maliye Meslek Lisesi, 1977’de açılır; 2003’te kapanır.
İstanbul Maliye Meslek Lisesi, 1978’de açılır; 1989’da kapanır. (Bakınız Maliye Okulu Mezunları Derneği Web Sitesi).
GELELİM DÜŞÜNDÜKLERİME:
Köy Enstitüleri, yoksul köylü çocuklarının, karanlıktan kurtulup ışığa çıktıkları gündür. Ne yazık ki bu ışık, karanlığı seven güçler tarafından çabuk söndürüldü. Işığı söndürenleri ve ışığın söndürülme nedenini aşağıda açıklamaya çalışacağım; ama burada ayraç içinde bir üçüncü kurumdan da kısaca söz edip Enstitülerle olan benzerliklerini ve birbirinden farklı yanlarını da sizlere sunmak istiyorum; bu üçüncü kurum, İmam Hatip Okulları’dır. Ayracı açıyorum:
(Köy Enstitüleriyle İmam Hatip Okulları, bir yönüyle birbirine çok benzerler. İkisinin de öğrencileri, yoksul halk çocuklarıdır. Enstitülere ilk zamanlar sadece köylü çocukları alınıyordu; son zamanlarda kentliler de araya katıldı. İmam Hatip Okullarına da bugün yoksul köylü çocuklarıyla kent varoşlarında yaşamaya çalışan yine o kökenli halk çocukları alınmaktadır. Hiçbir varsılın çocuğu, İmam Hatip Okulları’nın yerini bilmez. Böylelerinin çocukları, ulusal sınırlarımızın dışında okurlar hep.
Enstitülerle İmam Hatip Okulları arasında büyük bir ayrım vardır. Kimi eğitimcilerin düşüncesi şöyledir:
“Enstitüler, Atatürk Devrimi’nin, eğitime uygulama alanlarıydı; ulus gerçeklerine, yurt gereksinimine göre öğretmen, tarımcı, sağlıkçı, ebe, yönetici gibi inançlı, güvenilir elemanların yetiştiği kutsal bir kaynaktı. Böyle bir kaynak köyde ağanın, kentte patronun işine gelmezdi. Köy çocuklarının uyanması, onların ağalıklarını, patronluklarını, varsıllıklarını, makamlarını silip süpürecekti…”
“İmam Hatip Okulları ise, uhrevi bir yaşam yanlısı olanların ‘ön karakolu/ tetikçisi’ olarak kullanılıyor. –Bakınız: ‘Evreleri, Getirdikleri ve Tüm Yankılarıyla Köy Enstitüleri’, Şevket Gedik.-
Enstitüler bu dünyayı, bu dünyanın sorunlarını konu olarak ele aldılar; İmam Hatip Okulları ise, görünmez bir dünyanın ‘cenneti ve cehennemi’yle uğraşıyorlar. Enstitülerin amacı ‘üretkenlik’ti; İmam Hatiplerinse ‘nakliyecilik’. Enstitülerin yönü geleceğe bakıyordu; İmam Hatiplerinse geriye dönük. Enstitüler, onurlu bir ‘ulus’ olabilmenin çabası içindelerdi; İmam Hatipler ise, ‘ümmet’te direniyorlar. Enstitülerin dili bizimdi; İmam Hatiplerinse başkasının…)
Ayracı, şimdilik kapattım.
EĞİTİMDE BİR DESTANIN ADI
Köy Enstitüleri girişimi, bir efsane değil, bir destandı. Bu destanın kâğıdı, ülkenin tüm toprağıydı; kahramanları, yoksul köylü çocuklarıydı; destanın yazarları “en güzel gözlü” ve onurlu, başı dimdik Ulusal Eğitim Bakanı’mız Hasan Ali Yücel’le Silistre’nin Totrakan Kasabası’na bağlı Tataratmaca Köyü’nden İsmail Hakkı Tonguç’tu.
Hele şu işe bak sen. Silistre’den kalk, bin kara trene; Anadolu’nun demiryolu uğraklarında 21 yer belirle; kolları sıva; olanca gücünle vur kazmayı toprağa; toprak gönensin/kıvansın; dağ taşlıktan çıksın; ova çöllükten kurtulsun; dikenin yerini gül, çalınınkini badem alsın; Hasso Hasan, Zeyno Zeynep olsun; eğitimin kutsallığı yayılsın tüm ülke topraklarına; görkemli ak yapılar yükselsin göklere doğru…
Ben bir Diyarbakırlı olarak seslenmek istiyorum şu Tataratmacalı’ya: Ne hoş adammışsın sen İsmail Hakkı Tonguç; ne güzel adammışsın. Ne ‘ayrımcılık’ varmış sende; ne de ‘bölücülük’.
Hele düşünün bir; Silistre nere, Diyarbakır nere…
O “güzel gözlü Maarif Müfettişi”nin, (Bu tanım, Can Yücel’indir.) işareti, bu Tataratmacalı uzun boylu sarışın adamın kazması olmasaydı, köylerimizin ve köylülerimizin yöresi kapkaranlıktı. Onlar için gül kokmaz, bülbül ötmezdi. Ayaklar yalın, eller birer yaba görünümündeydi. Parmaklar birer tosbağa başına benzerdi.
Oysa toprağı avuçlayan, işleyen bu ellerdi. Bu ellerin sahipleri toprakla dost, toprakla koyun koyunaydı her zaman.
Ama toprak, onların olmadı hiçbir zaman. Onların asıl görevi, uçsuz bucaksız bu topraklara sahip olan ‘ağa’lara hizmet etmekti. Onların çocukları için okuma/yazma, lise/üniversite ‘Kafdağı’nın ardı kadar uzaktı.
Bu güzel gözlü Maarif Müfettişi’nin işareti, Tataratmacalı’nın düdüğü, kısa bir süre de olsa, köylümüzü uyandırdı. Bu ‘onur anıtı’ iki kişinin girişimi, sadece köylümüzü değil, egemen gücü de etkiledi. Tez elden işaret engellendi; düdüğe el kondu. O bal sızan ağızlar bantlandı.
Eğer Enstitülerin temeline kibrit suyu dökülmeseydi, bugün böylesine bir çıkmaza saplanıp kalmayacaktık. Ülkemizde buncasına insan kanı akmayacaktı. Toprak topraklıktan, insan insanlıktan çıkmayacaktı. Denizlerimize kıyılmayacak, ormanlarımız tutuşup yanmayacaktı. Dogmalardan, bağnazlıktan, kula kulluktan uzak kalacaktık. Konuşmasız, tartışmasız, eleştirisiz bir dünyanın, sadece hayvanlara özgü olacağını ulusça kavramış olacaktık.
Egemen güç, bunu çok gördü bize; kısa bir sürede hemen dikeldi tepemize; çıkardı salyalı dilini, vurdu o kutsal yapıların kapısına paslı kilidini…
Nedeni açıktı bunun:
Düşünmeye başlamış, düşünmeyi öğrenmiştik çünkü. Bu gidiş, egemen gücün işine gelmezdi elbette. O, daima tepede ‘buyurgan’ olacaktı; köyde ağalığını, kentte patronluğunu sürdürecekti. ‘Alttakiler’in, düşünmeye hakları yoktu.
İşte Hasan Ali Yücel’le İsmail Hakkı Tonguç, bu ‘alttakiler’in de ‘insan’ olduklarını, onların da haklarının, onurlarının bulunduğunu dile getiriyor ve bu insanların kurtuluşunu, bu ocakların varlığına bağlıyorlardı.
Ne acıdır ki o gün onlara düşman gözüyle bakanlar, bugün bu büyük eğitimcilere hak vermek zorunda kalmışlardır.
Enstitülerin kapanışının üstünden bunca yıl geçti. O gün altta kalanlar, bugün yine alttadırlar. İzlenen bu çarpık eğitimle ne köylümüz kalkındı, ne kentlimiz…
Ben o ocakta pişmiş biri olarak yaşamım boyunca Hasan Ali Yücel’le İsmail Hakkı Tonguç’u, eğitim alanında birer kurtarıcı olarak gördüm hep.
Onlar birer şimendiferciydiler; kara geceye vurmuştu trenleri ülkenin yollarında. İçi ışıl ışıldı bu trenin. Toprak, bu ışığı bekliyordu; gök, bu ışığı bekliyordu; tüm ülke bu ışığı bekliyordu.
O trenin düdüğüydü bizi uyandıran. O trenin ışığıydı bizi aydınlatan. O trenin sıcağıydı bizi ısıtan.
Kısa sürede trenin raylarını söktüler; ışığını söndürdüler; sıcaklığını küle döndürdüler.
Enstitülerin işlevinden, üretkenliğinden, çağa yakışırlığından rahatsız olanlar sadece ağalar değildi. Bunları dört grupta topluyorum ben:
BİRİNCİLER:
Bunlar bilimsel yöntemlerle tartışma açarak eğitim alanında eleştiride bulunanlardır. Enstitülerin o günkü koşullarda resmi ideolojinin köylere taşınmasında buradan yetişenleri, birer aracı olarak görüyorlardı. Onlara göre köydeki muhtar, eğitimsizliği/dili nedeniyle devleti temsil etmeye yalnız başına yetmiyordu. Resmi ideolojinin yaşaması/sürmesi için devletin bir ‘yandaş’a gereksinimi vardı. Kemal Tahir’in ‘Bozkırdaki Çekirdek’ adlı yapıtında bu ‘karşı duruş’u görmek mümkündür. Sonra Fakir Baykurt’la Attila İlhan’ın 1971’deki ‘köy/kent romanı tartışması’nı anımsayabiliriz. Bu tür düşünce üretenlere saygı duyulur ancak.
İKİNCİLER:
Bu kümede yer alanlar, bu kurumların yüzü suyu hürmetine elleri ekmeğe kavuşanlardır. Beş ya da altı yıl bu ocaklarda ziftlendikten sonra bu kurumların kapatılmasını bir bayram olarak kabul edip zil çalıp oynayan nankörlerdir.
ÜÇÜNCÜLER:
Bunlar, ikincileri birer robot, birer maşa gibi kullanan, Enstitülerin ak duvarlarına on parmaklarıyla kara çalan hinoğluhinlerdir. Bunlara süreç içinde yetkili ağızlar ve kalemlerle gerekli yanıtlar verilmiştir.
DÖRDÜNCÜLER:
Köy Enstitüleri’ne en büyük darbe, bunlar tarafından indirilmiştir. Bizim için en acı olanı da budur. Bunlar, ağa kökenli milletvekillerinin baskısı sonucu bindikleri dalları kesmişler; doğurdukları bebeği, öz elleriyle boğmuşlardır
Büyük eğitimci Hasan Ali Yücel, kendisine mektup yazan bir öğretmene verdiği yanıtta şöyle der:
“Köy Enstitüleri için söyledikleriniz hakikatin ta kendisidir. Ne yapayım ki onu yıkmaya önce benim siyaset arkadaşlarım ve artçılarım başladılar. Mutlaka bu doğru yola tekrar dönülecektir. Hiç kimseye hınç beslemeyen ruhum böyle söylüyor ve inanıyorum ki doğruyu söylüyor…” (İmece Dergisi: Sayı 2, sayfa 5, 1 Nisan 1961)
Böylece Enstitüler’in defteri dürülmüş oluyordu…
GELELİM MALİYE OKULLARI’NA
Anadolu’da bir söz dolaşır durur kulaktan kulağa:
“Ekmeği ekmekçiye ver; bir tane de fazla ver.”
Bunu kısaca şöyle açımlayabiliriz:
İşi ehline (bilene, anlayana, ustasına) ver; zararı yok, pahalı olsun; zor olsun; değer.
Yukarıda da değindiğim gibi Maliye Okulları’na giren öğrenciler seçilirdi; sadece bir değil, iki süzgeçten geçirilirdi. Eğitim süresince de branş öğretmenlerince iyice beslenirlerdi. Gelecekte onlar için maliyemizin tüm birimleri doğru çalışan bir saat gibi tıkır tıkır işlerdi.
Yine halkımızın ağzında doğruluğu onaylanmış güzel bir söz vardır:
“Taşıma suyla değirmen dönmez.”
Gerçi bugün suyla dönen değirmen hemen hemen kalmamıştır ya; ama sözün açılımı, olabildiğince anlamlı.
Kardiyoloji uzmanına göründüğünüzde, karnınızın ağrısından da söz ettiğinizde, sizin bir dahiliyeciye görünmenizi öğütler. Bir duvarcı ustasına, evinizin su tesisatını da döşetemezsiniz. Bağrından kurşun yemiş birinin ameliyatına bir maliyecinin girmesini bekleyemezsiniz.
Çekirdekten yetişmiş bir maliyeci ile KPSS’yle kuruma girmiş bir kimyacıyı, bir mühendisi, bir veteriner fakültesi çıkışlıyı bir tutamazsınız.
Örneği çoğaltmak kolay.
Önemli olan adama iş bulmak değil; işe ehliyetli adam bulmaktır.
Her alanda olduğu gibi maliye düzleminde de bu böyledir.
Kişilerin verimi, üretimi rastgele bir test sonucu elde edilen bir başarıyla ölçülemez. Önemli olan uygulamadır. Maliye Okulu mezunları, ülke genelinde kendilerine emanet edilen işin üstesinden rahatlıkla gelmektedirler. Ülkede hangi defterdarlığın kapısını çalarsanız çalın, hangi vergi dairesinin kapısından girerseniz girin orada kesinlikle bir Maliye Okulu mezununa rastlarsınız. Kuşkusuz bunlar, sadece Maliye Okulu mezunu olarak kalmamışlar; o köklü bilgilerini birer üniversite bitirerek iyice perçinlemişlerdir. İşinin doktoru, doçenti, prof’u olmuşları bile var. Şu an bile ülke maliyesinin çarkı, bunların usta elleriyle dönmektedir.
İleri sürdüğüm bu sav, kuru/sıkı bir pohpohlama değil; gerçeğin ta kendisidir.
Bana göre Enstitülerle Maliye Okulları’nın yazgısı tıpatıp birbirine benziyor. Bu okulların kapatılması, ülkemizin yararına değil, zararına olmuştur. Bu ikisinin de yazgısını yaşamış biri olarak düşündükçe her iki kasığıma da birer eğri hançer sokulmuş gibi oluyorum.
Özellikle Maliye Okulları’nın yeniden açılması, öğrenime başlaması hiç de zor değildir.
Böylesi bir girişimin, ülkemize büyük yarar sağlayacağına inanıyorum.
Bu kısa yazımla, Özdere’de beni konuk eden öğrencilerime verdiğim sözü yerine getirmiş oluyorum.
Gelecekte daha açıklayıcı ve doyurucu yazılar sunabilmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın.
Sağlıklı günler içinde tüm öğrencilerime ve Maliye Okulu mezunlarının tümüne başarılar diliyorum…
Saygıdeğer Hocamız Fehmi SALIK hakkında www.biyografya.com sitesinde yer verilen özgeçmişi aşağıda sunuyoruz:
Eğitimci, şair ve yazar. 1939 yılında Diyarbakır’ın Büyükkadı köyünde dünyaya geldi. İlkokulu doğduğu köyde, orta öğrenimini adı sonradan Öğretmen Okuluna dönüştürülen Dicle Köy Enstitüsü’nde bitirdi. Yüksek öğrenimini Bursa’da tamamladı. İlk öğretmenlik görevine Gaziantep Kız Ortaokulu’nda başladı. Çeşitli ortaokul ve liselerde öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. Görevleri sırasında sürgünler yaşadı.
Birçok dergi ve gazetede şiir, öykü ve röportajları yayımlandı. Öğrencilere yönelik kitapları Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Tebliğler Dergisi’nde orta dereceli okullara önerildi.
1990 yılında “Yayımlanmamış Röportaj” dalında aldığı Yunus Nadi birincilik ödülüyle birlikte 30’u aşkın ödül kazandı. 2004,2007, 2008 ve 2010 yıllarında Hacı Bektaş Öykü Yarışması öykü ve şiir yarışması birinciliğini almıştır.
ESERLERI:
Düş, Öğrenciler Sizin Için (1961), Hoş Geldin Mustafa Kemal (2. bas. l998), Şiro (Taşlama Şiirler, 1969), Güneşi Emen Ölü (1997), Köpek Uzmanı (2011), Lalo (Anı-Roman, 2009), Kızılet Kuşlar (2011).
KAYNAK: Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 4, s. 79, 2003), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas. 2009), İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013).